taraf gazetesi,taraf oku,taraf gazetesi köşe yazarları oku

düşünmek taraf olmaktır

Archive for the ‘köşe yazarları’ Category

yasemin çongar-Ergenekon şemasında Deniz Baykal da var-

Posted by gresiraliyiz Ağustos 1, 2008

Geçenlerde, bu sütundaki bir yazıyı Taraf’ın manşetine taşımıştık.

 

11 Temmuz 2008 tarihli o yazının bir bölümü şöyleydi:

 

“Beş yıl kadar önceydi.

 

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başbakanlığa ‘çok gizli’ bir yazı gönderdi.

 

Konusu Ergenekon…

 

MİT’in yazısı, devletin içine uzanmış Ergenekon çetesinin şemasını içeriyor ve bu örgütün araştırılmasını tavsiye ediyor.

 

2003 tarihli örgüt şemasında, Ergenekon mensubu siyasetçilerin, işadamlarının, gazetecilerin adları var.

 

Siyasetçiler arasında bir partinin genel başkanının ismi hemen dikkat çekiyor.

 

Çeteci gazetecilerin listesinde bir büyük gazetenin genel yayın yönetmeni, Ankara temsilcisi ve çok popüler bir yazarı göze çarpıyor.

 

Ergenekoncu işadamları arasında sanayiciler de var, medya patronları da.

 

Bu şahısların adlarının bu belgede yer alması, bilerek ya da bilmeyerek Ergenekon için çalıştıklarının kanıtı sayılamaz.

 

Ama şunu gösterir:

 

Bugün siyaset sahnesinde, iş âleminde ve medyada hâlâ çok etkin konumlarda olan bir dizi isim, Ergenekon’la bağlantılı olabilecekleri iddiasıyla MİT tarafından Başbakanlığa rapor edilmiş.

 

Kimilerinin ‘efsane’ saydığı Ergenekon hakkında istihbarat toplayan MİT, bu istihbaratı ve şüphelerini beş yıl önce Başbakanlığa aktarıp araştırılması gereğini vurgulamış.

 

Kimseyi töhmet altında bırakmamak için bu belgedeki isimleri yazmayacağım.

 

Bu belgenin, 2 Temmuz 2008 tarihinde, Başbakanlık tarafından Ergenekon operasyonunun sorumlularına intikal ettirildiğini söylemekle yetineceğim.”


İDDİANAMEYE BÖYLE YANSIDI

Bu yazıdan ve bu yazıya ilişkin “MİT’te Ergenekon’un örgüt şeması var” manşetimizden tam iki hafta sonra Ergenekon iddianamesi açıklandı.

 

İddianamenin 49 ve 50. sayfalarında, “MİT Müsteşarlığı’nın Ergenekon Terör Örgütü Hakkındaki Yazısı” başlığı altında, Taraf’ın manşetine konu olan yazışmaya değiniliyor.

 

Kısaca, MİT Müsteşarlığı’nın 2002’de kendisine bilinmeyen bir kaynaktan intikal eden “iddia niteliğindeki bilgiler çerçevesinde hazırladığı kitapçığı” 2003’te önce Genelkurmay Başkanlığı’na, sonra Başbakanlığa ilettiğini yazan iddianame, aynı çalışmanın bir özetinin 2006’da tekrar Başbakan’a ve Genelkurmay Başkanı’na sunulduğunu kayda geçiriyor.

 

İddianame, aynı bölümde, MİT’in 2003’te Başbakanlığa ilettiği yazıdan geniş bir alıntıya da yer veriyor.

 

Bu alıntıda, “Sonuç” başlığı altında MİT’in şu mütalaası aktarılıyor:

 

“Mevcut bilgilerden hareketle, kesin belirleme yapılamamakla birlikte ‘Ergenekon’ adı kullanılarak yürütülen çalışmaların; bu aşamada Devleti/Rejimi hedef alan bir grubun kendi çıkarları çerçevesinde organize olma çabalarını içerdiği izlenimi edinilmiştir.

 

Ancak, iddia niteliğindeki bu bilgilerin, birbirinden müstakil değişik kanallardan gelmesi ve birbirini büyük ölçüde teyit eder olması, olaya dedikodu çizgisinin ötesinde bir anlam kazandırmakta ve yönlendirilmiş organize bir faaliyetin işaretlerini taşımaktadır.

 

Bu nedenle, konuyla ilgili mevcut bilgiler;

 

Asker orijinli yönlendirici bir kadronun kontrolünde,

 

Bazı Sivil Toplum Örgütleri (STÖ),

 

Siyasi Parti ve Medya kuruluşlarının kullanılması suretiyle,

 

Sivil idarenin örtülü biçimde denetime tabi tutulması ve yeni bir yapı altında yeni bir yönetim biçimi yaratılması amacına dayalı… olduğu değerlendirilmektedir.”

 

İddianamenin ilgili bölümü, savcıların “Bizzat MİT Müsteşarlığı’nca da Ergenekon’un illegal bir yapılanma olduğu tespit edilip resmi raporla kayıt altına alındığı görülmüştür” değerlendirmesiyle sona eriyor.


MİT’İN İLETTİĞİ İSİMLER

Dün Taraf’ın yazıişlerinde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın grup konuşmasını tartıştık.

 

“Derin” bir avukat gibiydi; sığ bir savunma yapıyordu.

 

Ergenekon savcılarını doğrudan hedef alıyor, iddianameyi küçümsüyordu.

 

Konuşmasının bir yerinde “İddianameye göre, Ergenekon çok köklü bir örgüt ama MİT’in haberi yok” gibilerinden alaycı bir ifade de kullandı.

 

Aslında Baykal’ın sözleri, Ergenekon davasını karalamaya çalışan diğer gönüllü çete avukatlarının yazıp çizdiklerinden pek farklı değildi.

 

Yine de, “devletçi” bildiğimiz bir siyasi parti liderinin, devletin MİT ve Genelkurmay dahil birçok kurumunun, araştırılmasında yarar gördüğü bir örgütlenmeyi böylesine fütursuzca sahiplenmesine anlam vermekte zorlandık.

 

Baykal’ın “devlet”i değil, “derin”i savunduğunu düşündük.

 

Bu düşüncelerle, bugünkü birinci sayfamızı hazırlarken, Ergenekon iddianamesinin 1 ağustosta açıklanacak eklerinde, benim 11 temmuzdaki makaleme konu olan MİT yazısının da yer alacağını öğrendik.

 

Söz konusu 2003 tarihli yazının ekindeki şemalardan “Ergenekon” başlıklı olanında, örgütle bağlantılı politikacılar arasında adı hemen dikkat çeken siyasi parti genel başkanının Deniz Baykal olduğunu hatırladık.

 

Baykal’ın ve cuma günü kamuoyuna açıklanacak olan MİT yazısındaki diğer isimlerin Ergenekon’la bağlantısı var mı bilmiyoruz.

 

Ama 11 temmuzda yazdığım gibi, “bugün siyaset sahnesinde, iş âleminde ve medyada hâlâ çok etkin konumlarda olan bir dizi isim, Ergenekon’la bağlantılı olabilecekleri iddiasıyla MİT tarafından Başbakanlığa rapor edilmiş” diyebiliyoruz.

 

İddianamedeki ayrıntılar sayesinde, bu iddianın MİT’e bilinmeyen bir kaynakça aktarılmış olabileceğini de öğrendik.

 

İddianın aslı belki de yok, ama şurası kesin ki 2003’te MİT, bu isimleri içeren bir şemayı Başbakanlığa iletme gereği duymuş.

 

Hatta aynı çalışmanın bir özetini 2006’da Başbakan’a yeniden göndermiş; Genelkurmay’a da 2003 ve 2006’da benzer raporlar iletmiş.

 

İnsan ister istemez merak ediyor:

 

Acaba bu raporlardan, bu şemalardan, bu listelerden haberli Ergenekon savcıları dün Deniz Baykal’ın ağır salvolarına hedef olunca ne düşündüler?

 

Ve acaba, Baykal Ergenekon’un avukatlığına soyunurken, kendisini Ergenekon’la bağlantılandıran belgeler olduğunun ne kadar farkındaydı

Posted in köşe yazarları, yasemin çongar | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , | Leave a Comment »

kum saati ahmet altan-hukuk bunun neresinde-

Posted by gresiraliyiz Ağustos 1, 2008

Bu dava bir hukuki facia olarak başlamıştı…

 

Bir hukuki facia olarak da bitti bence.

 

Geçen yıl 27 Nisan’da yasalara aykırı olarak bir muhtıra veren ordu, 22 Temmuz seçimlerinde çok ağır bir tepkiyle karşılaşıp geri çekilerek yerini yargıya bıraktı.

 

Seçimlerden önce “367” felaketine imza atan Anayasa Mahkemesi’nin bu sefer de AKP’yi kapatarak görevini yerine getireceği bekleniyordu anlaşılan.

 

Yargıtay Başsavcısı, bütün hukuki kuralları zorlayarak bir dava açtı.

 

Başsavcı, AKP’nin “şeriat odağı” olduğunu iddia ederek bu partinin kapatılmasını istedi.

 

Bu davayı görüşen Anayasa Mahkemesi ne karar verdi peki?

 

Altı üyenin “kapatılsın” demesine karşılık, dört üye “kapatılmasın ama para cezası verilsin” dedi, bir üye de davanın baştan reddedilmesini istedi.

 

Şeriat ciddi bir suçlama.

 

Ama şeriat gibi bir konuda, Anayasa Mahkemesi üyesi düzeyine gelmiş insanlarda bile ortak bir kavram ve tarif oluşmamış.

 

Altısının “şeriat” gördüğü yerde, beşi “şeriat” görmüyor.

 

Altısı, bu “parti şeriat odağı” diyor.

 

Beşi “değil” diyor.

 

Ama “değil” diyenler de, “kapatılacak kadar şeriatçı değil ama para cezası verilecek kadar şeriatçı” deyip para cezası kesilmesinden yana oy kullanıyor.

 

Ne demek “para cezası verilecek kadar” şeriatçı?

 

Şeriatçıysa kapatın.

 

Değilse niye para cezası veriyorsunuz?

 

Bu nasıl hukuki bir ölçü?

 

Şeriatçılığın ne kadarı kapatılmayı, ne kadarı para cezasını gerektiriyor?

 

Şeriatçılığı böyle “basamak basamak” değerlendirmek mümkün mü?

 

Bence, 367 kararı da, türban kararı da, bu son AKP kararı da hukukla pek ilintili kararlar değil.

 

Bunlar siyasi kararlar.

 

Askerî muhtıranın başarısızlığından sonra bir yargı darbesi girişimiyle karşılaştık.

 

Ama gerek dünyadan, gerekse Türkiye’nin içinden gelen tepkiler böyle bir darbenin sonuçlarının pek parlak olmayacağını gösterdi girişimcilere.

 

Ayrıca, AKP’nin kapatılması halinde, ağustos ayında yapılacak Askerî Şûra’dan çıkacak tayin ve terfileri imzalayacak resmî bir otoritenin ortada kalmaması ihtimali de doğmuştu.

 

Bu “ihtimal” de kararı etkilemiş olabilir.

 

Doğrusu, birçok insan gibi ben de böyle olabileceğini düşünüyorum.

 

Böyle bir şeyin akıldan geçmesi bile yeterince kötü.

 

Bir mahkemeyle ilgili, insanın aklından böyle şeyler geçer mi?

 

Daha önce o mahkeme 367 gibi hukuk dışı bir karar almışsa, geçer.

 

Peki, şimdi ne olacak?

 

Lekeli bir hukukumuz vardı.

 

Lekeli de bir siyasi iktidarımız oldu.

 

Anayasa Mahkemesi’nin “yarısından fazlasının” şeriatçı bulduğu bir parti, ülkeyi yönetmekte herhalde epey zorlanır.

 

Bu karar, her seferinde karşısına çıkarılacak.

 

Yargı, darbeyi tam gerçekleştiremedi ama bıçağı soktu.

 

Oradan kanırtacak.

 

Kendilerini Türkiye’nin sahibi olarak görenlerin dişi artık halkın iradesine geçmiyor.

 

Ama hâlâ yaralayabiliyorlar.


Süratle yeni bir seçime gitmek gerekiyor bence.


Nasıl 22 Temmuz ordu müdahalelerini durdurup onu hukukun içine çekilmeye zorladıysa, yeni bir seçimle de yargıyı hukukun içine çekmek lazım.
Yargı da burada bir “halk” olduğunu anlamalı.
AKP de artık daha demokrat ve kararlı bir çizgide durmanın, kendisi için de ülke için de daha hayırlı olduğunu fark etmeli.
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var.
Özgürlükleri güvence altına alan bir anayasaya.
Kürtleri de, Alevileri de, dindarları da, demokratları da, solcuları da koruyacak, herkesi eşit vatandaş statüsüne getirecek, fikirleri ve inançları özgürleştirecek bir anayasaya.
Seçim Yasası’nı, Siyasi Partiler Yasası’nı baştan aşağı değiştirmek de artık bir zorunluluk.
Sistemin “bozuk yanlarından acaba ben de yararlanabilir miyim” kurnazlığı yürümüyor, sistem o bozuk yanından yeniden büyüyor çünkü.
Sistem bütünüyle değişmeden hiç kimse güvence altında olmuyor.
Ordunun politikanın dışına çıkıp asıl işine döneceği, yargının siyasallaşmaktan uzaklaşıp hukukileşeceği, siyasal partilerin “tek adam” yönetimi altında aşiretleşmeyeceği, bütün fikirlerin örgütlenme hakkına sahip olarak kendilerini demokrasi içinde ifade edip parlamentoda yerini bulacağı, tüm vatandaşların eşit olacağı, insanların nasıl giyinip, nasıl konuşacağına “devlet otoritesinin” karışamayacağı, devletin şeffaflaşacağı, “derin devletin” bitirileceği bir ülke yaratmak için gerekli koşullar oluşmuş gözüküyor.
Neden biz de gelişmiş, özgür, zengin bir ülke olmayalım?
Neden bu ülkenin her fikirden, her dinden, her ırktan insanları kendilerini güvencede hissetmesin?
Bence yaşadığımız hukuk faciası büyük de bir fırsat yaratmış durumda Türkiye için.
Yeni bir seçim ve yeni bir Türkiye fırsatı.
Bu ülke de tarihinde ilk defa mutluluğun, güvenin ve özgürlüğün tadını tatsın.
Biz ümitler dünyasına, facialar kapısından geçerek giriyoruz.
Bir faciadan daha geçtik.
Umarım girdiğimiz bu ümitler dünyasının gereklerini yapacak feraseti de gösteririz.

Posted in ahmet altan, köşe yazarları | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , , | 1 Comment »

murat belge -devrimci-

Posted by gresiraliyiz Ağustos 1, 2008


Öyle anlaşılıyor ki, bizim memleketin “sol”unda yer alan bazı arkadaşlarımızın zihninde, belki daha çok da bilinçaltında, oldukça kendine özgü bir “devrimci” kavramı var. Bu, “ortaklaşa bilinçdışı”na özgü imgeden söz ettiğim için, söylediklerim kimsenin fiilen ağzından çıkmış şeyler değil; ama birilerinin ağzından çıkanların altında yattığını düşündüğüm şeyler.

 

“Ayakkabıcı” dediğimizde aklımıza nasıl “ayakkabı yapan” bir adam geliyorsa “devrimci” deyince de “devrim yapan” birini zihnimizde canlandırıyoruz herhalde. Bu adam, öyle ufak tefek, “çerezlik” işlerle uğraşmıyor, zamanı gelince “devrim yapıyor”.

 

Çocukluğumda okuduğum “Hayvanlar Âlemi” gibi çocuk ansiklopedilerinde, karıncalarla ilgili bir şeylere rastlamıştım. Bütün bilgiler zaman içinde değişiyor, yenileniyor; bu da değişti mi, bilmem. Ama “asker karınca” denilen, her yuvada bulunan bir karınca tipi olduğunu okumuştum. Bu karınca sadece dövüşmeyi bilirmiş, elinden başka hiçbir şey gelmezmiş. O kadar ki, karnını doyurmayı bile beceremez, bildiğimiz sıradan işçi karıncalar bunların ağzına yem koyarak beslermiş. Bir zamanlar bizim memlekette de “profesyonel devrimci” denilen bir insan tipine –şimdikinden daha sık- rastlanırdı. Bunları görünce nedense aklıma hep “asker karınca” gelirdi.

 

“İnsanlar Âlemi” diye genellenebilecek, tarih kitaplarını okuduğumda, zihnimde “Bolşevik” diye bir insan tipi canlanmıştı. “Bolşevik” deyince kavram daralıyor, bir zaman ve mekânla sınırlı bir tip kalıyor ortada. Muhtemelen bu çok doğru değil; dediğim insan türü muhtemelen her yerde vardır –az da olsa.

 

Ama “Bolşevik”, bu insan tipinin özel ve iyi bilinen bir örneği. Onun için, ona referansla konuşmakta ciddi bir sakınca yok.

 

Benim bu soyutlamadan anladığım, öncelikle, elinden her iş gelen bir insan tipidir. Yani, “asker karınca”nın ya da bizdeki “profesyonel devrimci”nin tam tersi. Sonuç olarak, “takıntılı” bir insan tipidir; o da, yaptığı her şeyi “devrim için” yapar. Bu özelliğiyle, bana çok “sevimli” gelmez doğrusu, ama çok “saygıdeğer” gelir. Bu adamı bir gün fabrika semtinde işçilere, ertesi gün kırda köylülere propaganda yaparken görebilirsiniz; akademik bir konuda bilgi toplamasını söyleyin, kitaplığa kapanıp o bilgiyi çıkarır; “falancanın evine ahçı kılığında girip istihbarat toplayacaksın” deyin, yemek pişirmeyi de –bilmiyorsa- öğrenip o işi de yapar.

 

Böyle “adanmış” ve böyle “becerikli” bir adam olduğu için, koşullar belirli bir durumu ortaya çıkardığında, “devrim” de yapar. Ama zaten koşullar sadece kendiliğinden –anlayamadığımız, analiz edemediğimiz birtakım mistik mekanizmaların çalışması sonucu- böyle bir “durum” yaratmaz. O koşullarda ve o “durum”da, anlattığım bu insan tipinin de payı vardır. Daha doğrusu, “nesnel” ve “öznel” diye zihnimizde soyutlayarak ayırdığımız koşullar, gerçekte tamamen içiçe geçmiş olarak varolurlar. Böyle adamların varlığı ve etkinliği böyle bir “durum”un oluşmasına imkân verir ve adamlar böyle olduğu için de, o “durum”dan bir “devrim” ortaya çıkar.

 

Bolşevikler 1900’de de aynı Bolşevikler (henüz Menşevikler’den de ayrışmamış olarak), Çarlık aynı Çarlık’tı. 1905 olmadı; 1917 oldu. Tabii bu iki tarih arasında, “dünya savaşı” gibi çok önemli bir fark vardı. Ama aynı zamanda, devrimcilerin 12 yıllık etkinliğinin birikimi de vardı.

 

O yılların bir “devrimci”sini, imkân olsa da diriltsek ve bugünkü Türkiye’ye getirebilsek… Bir yanda “kapatma” davası, öbür yanda “Ergenekon” davası… Radek veya Buharin veya Troçki, bu duruma bakacak ve “Bu işler bizi ilgilendirmez. Biz ‘tarafsız’ kalmalıyız” diyecek!..

 

Ya da, diyelim Narodnikler hükümet kurmuş, icraatlarından biri de Okrana’nın insanlık dışı etkinliklerini teşhir etmek. Lenin, “Bu bizi ilgilendirmiyor” diyor ve Rusya’da kapitalizmin gelişmesini incelemeye devam ediyor.

 

Siz, bir toplumun tarihinin en çetrefil bir anında, Jules Verne’in Aya Seyahat romanını okumaya karar vermişseniz, sonra, o toplumun mütebaki tarihinin hangi aşamasında vaziyet edip de “devrim” yapmayı kuruyorsunuz?

Posted in köşe yazarları, murat belge | Etiketler: , , , , , , , , , , , , , , | Leave a Comment »